İstikbâlde en gür sada İslam'ın olacaktır..!!
  Sekizinci Fasl
 

Herkes kabri üzerine çıkıp, bazısı çıplak, bazısı siyah, bazısı beyaz elbiseli, bazısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhûr eder ki, onun gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der.

Ameli güzel olan kimsenin ameli eşek, bazısının da katır sûretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp mahşere götürür. Bazısının da, koç şeklinde görünür. Bazı kere amel sahibini üzerine alır götürür, bâzan da bırakır. Her müminin bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatır.

Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiçbir kimse hiçbirşey göremez. O karanlıkta kâfirler hayrette kalır. Îmanlarında şek ve şüphe olan kimseler [ve bid'at sahibi olanlar, mezhepsizler] şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan [Sünnî] müminler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ, Cenâb-ı Hak, müminler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar ki, bunda bazı faydalar vardır. Nitekim, Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü teâlâ meâlen, (Arkadaşına nazar etti. Onu Cehennem ateşinde gördü), buyurdu. A'râf sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen: (Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli: Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavmlerle berâber kılma derler) buyurdu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir:

Hayatın kadrini ancak ölü bilir. Nîmetim kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakir bilir. (Burada dördüncüsü yazılmamış. Fakat, Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir, demektir).

Bazısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bazısının nûru, bir parlar, bir söner. Bunların nûrları îmanları kadardır. Kabirlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri miktârıdır. Sahih olan bir hadis-i şerifte Peygamber efendimize (Yâ Resûlallah! Biz nasıl haşr olunuruz?) diye sorulunca, cevabında, (İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur) buyurdu.

Allahü teâlâ bilir, bu hadis-i şerifin mânası: (Bir kavm, islâmda birbirine yardım eder, dîni, îmanı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler. Öylece haşr olunurlar) demektir. Bu ise, amelin zayıf olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakta ve buna müşterek binmektedirler.

Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fakat hiç kimsenin bir hayvan satın almaya vakti olmadığından, hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç kişi, bir hayvan satın alıp yolda ona müşterek binerler. Bu yolda bâzan bir deveye on kişi binerler. Bu âcizlik amellerindendir. Bunun mânası, malda elini kısmaktır. Yâni hasîs olmaktır. Bununla berâber, selâmete çıkarılırlar. Öyle ise, bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek hayvanını nasip etsin.

Şunu bilmelidir ki, bu kimseler âhıret ticâretinde fayda görüp, kâr edenlerdir. Bu takdîrde Allahü teâlâdan korkanlar,Allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir. Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin nîmetlerine müşterek olarak giderler) buyurdu.

Peygamberimiz birgün Eshâbına buyurdular ki: (Benî-İsrâilde bir kişi vardı. Çok hayr yapardı. Hattâ, o zat sizin içinizde haşr olunacaktır). Eshâb-ı kirâm dediler ki: (Yâ Resûlallah! Bu zat ne hayr yapardı?) Resûlullah buyurdu ki: (Ona babasından çok mal kalmıştı. Bununla, bir bostan satın alıp, onu fakirlere vakf etti. Rabbim huzuruna vardığım zaman, bu, benim bostanım olur dedi. Yine bir çok altın ayırıp, onu fakir ve zayıf kimselere verdi. Bununla da, cenâb-ı Haktan câriye ve köle satın alırım, dedi. Yine birçok köle âzâd etti. Bunlar dahî, Allahü teâlânın huzurunda benim hizmetçilerim olur, dedi. Birgün de, bir âmâya rast geldi. Gördü ki, bâzan yürür, bâzan düşer. Ona bir binecek hayvan satın alıp, bu da, Allahü teâlânın huzurunda benim binecek hayvanımdır dedi.)

Peygamber efendimiz bu hikâyeyi haber verdikten sonra da, (Nefsim, kudreti elinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu hayvan onun için eyerlenmiş ve gem vurulmuş hazır olduğunu görüyorum. Bu zat, ona biner de mahşere öylece gelir) buyurdu.

(Sırât-ı müstekîm üzre gidenle, gözleri âmâ olup yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen müsâvi midir) meâlindeki Mülk sûresi yirmiikinci âyet-i kerimesinin tefsîrinde buyuruldu ki, Allahü teâlâ, kıyâmet günü için müminlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerimeyi misâl kıldı.

Nitekim Meryem sûresi seksenaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehenneme göndeririz) buyurdu. Bu mâna, bazı kere yürürler, bazı kere de sürünürler demektir. Çünkü, cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerimede, (Yürürler) buyuruyor. Nûr sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Ve yaptıklarını dilleri, elleri ve ayakları haber verir) buyurdu. Bunun gibi, âyet-i kerimedeki (Kör olarak) mânası da, kâfirler, müminlerin önünde ve sağ yanında parlayan nûrdan mahrum olurlar demektir. Tamamen kör olurlar demek değildir. Yâni karanlıkta kalır, göremezler demektir. Çünkü, biliyoruz ki, kâfirler semaya bakarlar, bulut ile yarılmış olduğunu, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler.

Kıyâmet gününün korkuları, meâli, (Bu Kur'an-ı kerim sihir midir? Yâhut siz onu göremiyorsunuz) olan Tûr sûresinin onbeşinci âyet-i kerimesinin tefsîridir. Bunun için, kıyâmette olan âmâlıktan murâd, karanlığa dalmaktır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekten men olunmaktır. Çünkü, Allahü teâlânın nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zaman, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan birşey görmezler.

Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, meâl-i şerifi, (Şimdi sizin üzerinize korku yoktur. Siz mahzûn dahî olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennete sevincle dahil oldunuz) olan A'raf sûresi kırkdokuzuncu ve Zuhruf sûresinin yetmişinci âyetleri ile nidâ ederler. Müminler bunu işitir, kâfirler işitmezler.

Kâfirler konuşmaktan da men olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da, Allahü teâlânın meâli, (Bu bir zamandır ki, onlar söylemezler ve söylemeye izin dahî verilmez) olan, Mürselât sûresinin otuzbeş ve otuzaltıncı âyet-i kerimelerinden anlaşılmaktadır.

İnsanlar dünyadaki işlerine göre haşr olunur. Bazıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. [Her çalgı kastolunmaktadır. İbâdetleri, Kur'an-ı kerim ve zikir okumağı, çalgı ile yapmak da buna dahildir. Çünkü hiçbir çalgıda Allahü teâlânın rızası yoktur.] Hayatlarında çalgı çalmaya ve dinlemeye devam edenler, kabrinden kalktığı vakit, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki, (Lânet olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!). O çalgı ona geri gelir. Der ki, (Allahü teâlâ, aramızda hükm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam). Böylece dünyada alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr olunur. Başları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.

Sahih olan hadis-i şerifte rivayet olundu ki: (Şarap içen kimse, ateşten şarap kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden daha fena koktuğu ve yeryüzündeki eşyanın hepsi ona lânet ettiği hâlde haşr olunur).

Zulmedilerek ölenler, zulüm olundukları üzre haşr olunurlar. Sahih olan hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah yolunda öldürülüp, şehit olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzur-ı Mevlâya haşr oluncaya kadar, bu hâl üzre bulunurlar.)

Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemaat cemaat sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulmedenler bulunarak haşr olunurlar. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü düz beyaz, gümüş gibi düz olur.

Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on kattan ziyâdedir.

Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkatı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.

Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.

Sonra dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir.

Sonra, beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedir.

Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.

En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden ziyâdedirler.

Bu zamanda, halk birbirine karma karışık olur. İzdihâmın çok olmasından birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes, günahına göre, tere gark olur. Bazısı, kulaklarına kadar, bazısı boğazına kadar, bazısı göğsüne kadar, bazısı omuzlarına kadar, bazısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere gark olunmuşlardır. Bazı kimseler de vardır, susuz olan kimse, su içtiği vakit, nasıl terlerse, o kadar az terler.

(Eshâb-ı rey) ki, onlar minber sahibi olanlardır. (Eshâb-ı rışh), terliyenlerdir. (Eshâb-ı ka'beyn), [yâni topuklarına kadar terliyenler] suda boğularak vefât edenlerdir. Melekler bunlara: (Sizin için şimdi korku ve hüzn yoktur) diye nidâ ederler.

Bazı Ârifler bana haber verdi ki, bunlar (Evvâbûn)durlar. (Fudayl bin İyâd) ve gayrıları bunlardandır. [Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etti.] Çünkü, Peygamberimiz (Günahından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir) buyururdu. Bu hadis-i şerif mutlaktır. Yâni bir şarta bağlı değildir. Bu üç sınıf, yâni (ehl-i rey, ehl-i rışh, ehl-i ka'b), (O gün bazılarının yüzleri ak, bazılarının ise siyah olur) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerimesince, yüzleri beyaz olanlardır. Bunlardan gayrisinin yüzleri siyah olur. Nasıl ızdırâb ve terlemek olmasın ki, güneş başlarına yaklaşmıştır. Hattâ bir kimse elini uzatırsa yapışacağım zanneder. Güneşin harâreti şimdiki gibi değildir. Yetmiş kat kadardır. Bazı selef dedi ki: Eğer güneş, kıyâmette olduğu gibi, şimdi yer üzerine doğsa, elbette yeryüzünü yakar, taşları eritir ve ırmakları kuruturdu.

Bu zamanda, mahlûkat Arasât meydanında beyaz yerde, gayet şiddet ile sıkıntı çekerler. Bu beyaz yeri, Allahü teâlâ, meâl-i şerifi, (O gün, Vâhid ve Kahhâr olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zamandır. O gün, herşey bana itaat eder) olan İbrâhîm sûresinin kırksekizinci âyetinde beyan buyurmuştur.

O zaman, yeryüzünde bulunanlar, çeşidli şekllerdedirler. Dünyada büyük görünenler, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadis-i şerifte kibrlilerin zerre gibi olacakları bildirilmiştir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından, zerreler gibidir buyurulmuştur.

Bunların arasında bir kavm, tatlı ve soğuk sâf sular içerler. Zîrâ, sabî, küçük çocuk iken vefât eden mümin çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler.

Selef-i sâlihînden bazılarından rivayet olundu ki, bir zatın rü'yâsında kıyâmet kopmuş. O zat, mevkıfte gayet susuz olarak dururmuş. Küçük çocukların su dağıttığını görmüş. O zat buyurur ki:(Aman bana da bir yudum su verin). İçlerinden bir sabî dedi ki: (Bizim içimizde senin çocuğun var mıdır?) Ben hayır dedim. (Öyle ise Cennet şarapından sana nasip yoktur) dedi.

Bu hikâyede evlenme ve çocuk sahibi olmanın eftal olmasına işaret vardır. Su dağıtan çocukların şartları (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda anlatıldı.

Bir kısm insanlar da bulunur ki, başlarına yakın bir gölge gelmiş. Mahşerin harâretinden onları muhâfaza eder. Bu gölge ise, dünyada verdiği zekât ve sadakalardır.

Bu hâlde bin sene kadar dururlar. (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda anlatılan Müddessir sûresinde meâl-i şerifi, (Sûra üfürüldüğü zaman) olan âyet-i kerimeyi işitince bu hâlde dururlar. Bu âyet-i kerime Kur'an-ı kerimin sırlarındandır.

Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler titrer, gözler nereye bakacağını şaşırır ve mümin ve kâfirler sevk olunurlar. Bu kıyâmet gününün şiddetini ziyâdeleştiren bir azâbdır.

Bu vakit, Arşı sekiz melek yüklenip götürür. Onlardan bir melek bir adımında, yirmibin senelik dünya yolunu yürür.

Melekler ve bulutlar, Arş-ı âlâ karar edinceye kadar, akılların anlayamıyacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şekilde, Arş-ı âlâ, Allahü teâlâ kendisi için halk eylediği beyaz arzın üzerinde karar kılar. Bu zaman, hiçbirşeyin tâkat getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından, başlar aşağı eğilir. Cümle halk sıkıntı içinde mahbûs ve şaşkın kalıp, şefkat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehitler hiç tâkat getirilemiyecek olan Allahü teâlânın azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan çok daha fazla olan bir nûr bunları içine alır. Zaten güneşin harâretine tâkat getiremiyen kimseler, bunu müşâhede ettikleri gibi, karma karışık olurlar. Bin sene de, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir şey söylenmez.

Bu vakit insanlar, ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma giderler. (Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenadır). Kâfirler ise: (Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi şu şiddet ve meşakkatten kurtar), derler.

İnsanlar Âdem aleyhisselâma derler ki, (Yâ Âdem! Sen azîz ve şerif bir Peygambersin ki, Allahü teâlâ seni yarattı. Melekleri sana secde ettirdi. Sana kendi ruhundan üfledi. Kaza ve hesaba başlaması için bize şefaat eyle ki, Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emrederse, herkes oraya gitsin. Herşeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın) diye yalvarırlar.

Âdem buyurur ki: (Ben Allahü teâlânın yasak ettiği ağacın meyvesinden yidim. Bu zamanda Allahü teâlâdan utanırım. Fakat siz, Resûllerin ilki olan Nuha gidiniz). Bunun üzerine bin sene aralarında meşveret ederek dururlar.

Sonra Nuha giderler de: (Sen Resûllerin ilkisin. Hiç dayanılmayacak bir hâldeyiz. Bizim muhâkememizin çabuk yapılması için bize şefaat eyle! Şu mahşer cezâsından kurtulalım) diye yalvarırlar. Nuh onlara cevap olarak: (Ben Allahü teâlâya duâ eyledim. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o duâ sebebiyle boğuldu. Bunun için, Allahü teâlâdan utanırım. Fakat siz, İbrâhîma gidiniz ki, o Halîlullahdır. Allahü teâlâ Hac sûresinin son âyetinde meâlen, (İbrâhîm siz dünyaya gelmezden evvel, size müslüman diye ism verdi) buyurdu. Belki o size şefaat eder) der.

Yine evvelki gibi aralarında bin sene daha konuşurlar. Sonra, İbrâhîma gelirler. (Ey müslümanların babası! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ, seni kendine halîl, dost eyledi. Bize şefaat eyle! Allahü teâlâ, mahlûkat arasında, hükmünü versin) derler. İbrâhîmonlara: (Ben dünyada üç kere kinâye söyledim. Bunları söyliyerek din yolunda mücâdele ettim. Şimdi Allahü teâlâdan bu makamda şefaat izni istemekten utanırım. Siz Mûsâa gidiniz. Zîrâ, Allahü teâlâ onunla konuştu ve kendisine mânevi yakınlık gösterdi. O, sizin için şefaat eder) buyurur. Bunun üzerine yine bin sene durarak birbirleriyle istişâre ederler. Fakat bu zamanda hâlleri gayet güçleşir. Mahşer yeri ise, çok daralır. Sonra Mûsâa gelip, derler ki: (Yâ ibni İmrân! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ seninle konuştu. Sana Tevrâtı indirdi. Hesabın başlaması için bize şefaat eyle! Zîrâ burada durmamız çok uzadı. İzdihâm pek ziyâdeleşti. Ayaklar birbirleri üzerine birikti). Mûsâ onlara der ki: (Ben, Allahü teâlâya, âl-i Fir'avnın senelerce hoşlanmıyacakları şeylerle cezâlandırılması için duâ ettim. Sonra gelenlere ibret olmalarını ricâ eyledim. Şimdi şefaat etmeye utanırım. Fakat, Cenâb-ı Hak rahmet, mağfiret sahibidir. Siz Îsâa gidiniz. Çünkü yakîn cihetiyle Resûllerin en esahhı, marifet ve zühd cihetinden, en eftali ve hikmet cihetinden en üstünüdür. Size O şefaat eder) buyurur. Bunlar, aralarında bin sene müşâvere ederler. Hâlbuki, onların sıkıntıları daha ziyâde olur.

Sonra Îsâa gelirler. Derler ki: (Sen Allahü teâlânın ruhu ve kelimesisin, Allahü teâlâ senin için Âl-i İmrân sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Dünyada ve âhırette “Vecîh” yâni çok kıymetli) buyurdu. Bize Rabbinden şefaat eyle!) Îsâ buyurur ki: (Benim kavmim, beni ve annemi Allahdan başka ilâh ittihâz eylediler. Nasıl şefaat ederim ki, bana da ibâdet ettiler. Ve bana oğul ve Allahü teâlâya baba ismini verdiler. Fakat, siz gördünüz mü ki, birinizin kesesi olsun da, içinde nafakası olmasın. Ve ağzı da mühürlü olsun. O mührü bozmadan o nafakaya vâsıl olsun. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammede gidiniz. Zîrâ O, dâvetini ve şefaatini ümmeti için hazırladı. Çünkü, kavmi Ona çok kere ezâ ettiler. Mübârek alnını yardılar. Mübârek dişini kırdılar. Kendisine delilik isnâd ettiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber onların iftihâr cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tehammül olunmıyacak ezâ ve cefâlarına mukâbil, Yûsüfın kardeşlerine söylediği, (Şimdi sizin, başınıza kakmak yoktur. Erhamürrâhimîn olan Cenâb-ı Allah, size mağfiret eder) meâlindeki âyet-i kerime ile cevap verirdi. Îsâ, Peygamberimizin fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammeda bir an evvel kavuşmak ister.

Hemen Muhammedın minberine gelirler. Derler ki: (Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en faydalısıdır. Bize Rabbinden şefaat eyle! Zîrâ, Peygamberlerin birincisi olan Âdema gittik. Bizi Nuha gönderdi. Nuha gittik. İbrâhîma gönderdi. İbrâhîma gittik. Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Musâ aleyhisselâma gittik. Îsâa gönderdi. Îsâ ise, size gönderdi. Yâ Resûlallah ! Senden sonra gidecek bir yer yoktur).

Resûlullah efendimiz: (Allahü teâlâ izin verir ve râzı olursa, şefaat ederim) buyurur.

(Surâdikât-i celâl), yâni celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefaat için izin ister. Kendisine izin verilir. Perdeler kalkar. Arş-ı âlâya girer. Secdeye kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakkı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığından beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh etmemiştir.

Bazı ârifler dedi ki: (Allahü teâlâ âlemleri yaratınca kendisini böyle hamdler ile medh ve senâ buyurmuştu). Arş-ı âlâ, Cenâb-ı Hakka tâzîmen hareket etmektedir. Bu müddet içinde hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. İnsanlardan her biri, dünyada sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermiyenlerin, boynuna deve yüklenir. Öyle bağırır ve ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olur. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de, böyle olur. Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesi gibidir.

Ekin zekâtını, yâni uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir ki, dünyada hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o nev'den, o denkler dolmuştur. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuştur ki, ağırlığından altında “vâveylâ”, “vâseburâ” diye bağırır. [“Veyl” azâb kelimesidir. İnsan azâba tâkat getiremediği vakit, böyle bağırır. “Sebûr” da helâk zamanında kullanılır.] Altın, gümüş ve [kâğıd] para ve sâir ticâret malı zekâtından vermeyenler de, dehşetli bir yılanı yüklenir ki, o yılanın başında yalnız iki örgüsü vardır. Kuyruğu burnuna girmiştir. Boynu ile halkalanmış, boynu üzerinde yüklenmiş, hattâ değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırırlar, bu nedir, derler. Melekler onlara: (Bunlar, dünyada zekâtını vermediğiniz mallarınızdır) derler. İşte bu dehşetli hâl, Âl-i İmrân sûresinin meâl-i şerifi, (Dünyada esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır) olan, yüzsekseninci âyet-i kerimesi ile bildirilmiştir.

Diğer bir fırka ise, avret yerleri gayet büyümüş, cerahat ve irin akar. Onların fena kokusundan etrâfta bulunanlar çok rahatsız olur. Bunlar, zinâ yapanlar ve başları, saçları, kolları, bacakları açık sokağa çıkan kadınlardır.

Diğer bir fırka da vardır ki, ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyada livâta yapanlardır.

Diğer bir fırkası da, dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmış, gayet çirkin bir hâldedirler ki, insan görmek istemez. Bunlar yalan ve iftirâ söyliyenlerdir.

Bir fırka dahî, karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur. Bunlar, dünyada zarûret olmadan ve muâmele yapmadan fâizli mal ve para alıp verenlerdir. Bu gibi haram işliyenlerin günahları, fena hâlde açığa vurulur. [Fâiz için zarûretin ne olduğu ve muâmele ile satış yaparak fâiz almak (Se'âdet-i Ebediyye) kitabında bildirilmiştir.]

 
 
  Bugün 55 ziyaretçi (66 klik) kişi burdaydı!  
 
Google
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol